21 Ekim 2011 Cuma

TERÖR E LANET

LANET TERÖR

Bu gün 21 Ekim 2011. Hakkari de Şehit düşen vatan evlatlarımızdan biri Ataköy deki camide Cenaze namazı ile uğurlanacak. Vatandaşlar koştura koştura Camiye gidiyor. Balkonunumun panjuruna bayrağımızı asarken duygulandım ve göz yaşlarıma hakim olamadım. Ne garip milletiz. Daha kuzucuk denecek yaşta delikanlıları ,”EN BÜYÜK ASKER BİZİM ASKER” diye havalara ata ata, arabalardan yarı beline sarkarak , bayrakları sallayarak kornalar basarak askere uğurlarız,daha sonrada pis bir kurşuna hedef olup şehit olunca da “ŞEHİTLER ÖLMEZ ,VATAN BÖLÜNMEZ “ sloganları ile toprağa veririz.30 senede 40.000 insan öldü. Ocağına ateş düşen ailelerin dışında hangimiz kaç şehidin ismini hatırlıyor.

Niçin , neden bu iğrenç vahşet ? İspanyada 40 yılda 800 kişi terörden can vermiş. ETA silah bıraktı. Bizde ise 40.000 can ölmüş ve PKK hala öldürüyor. Kin ve nefret sarmış ruhlarımızı. Lanet olsun bu terörü besleyen kişilere.

Son olaydan sonra , bazı Kürt kökenli vatandaşlarımız,”BENİM İÇİN ÖLDÜRME VE ÖLME” diyerek bu iğrenç yangına su dökmeye çalışıyor. Ama kan emici zihniyet’in uzantıları, terörden beslenen ve menfaat umanlar ise kin ve nefret tohumlarını ekiyor insanların ruhlarına.

Okyanus ‘un ötesinde, yüzde doksan dokuz,yüzde bir’e karşı yürüyor.Ekonomisi çatlamış,vahşi kapitalizm’in ülkesindeki emekçiler yürüyor. Londra da,Paris de, Madrit de Atina da hep insanlar yollarda. Libya da Kaddafi yi öldürdüler. Acılar içinde aç ve sefil fakir ülkelerin insanları. Aç gözleri doymuyor Kapitalizm’in ağababalarının. Daha da istiyorlar. Petrolü istiyorlar,Özel uçakları,havuzlu Malikaneleri istiyorlar. Kan bürümüş gözleri doymuyor. Afganistan da, Pakistan da, Irak ta, Mısır da, Libya da ,Honduras da, Etopya da ,Somali de , milyonlarca insan bu kan emiciler in keyfi ve istekleri için ölüyor.

Ozon tabakası delinmiş, Eko sistem çökmek üzere, bir çok canlı türü,yeryüzünden silinip yok oluyor. Buzullar eriyor kutuplarda, dünyanın iklimi değişiyor. Ama kan emiciler hala aç gözlü. Hepsi bizim olsun diyorlar.

Ortadoğu da pis bir savaş var. Petrol bitinceye kadar bitmeyecek bir savaş. Ben Yahudileri severim ,kibar ve çalışkan insanlardır. Ama Yahudi devletini sevmiyorum. Sermayenin kanlı bekçiliğini yapıyorlar orta doğuda. Bir çok Kürt kökenli arkadaşım var. Anadolu nun sert havasını estirirler yüreklerinde. Hiçbir farkları yoktur, Türkmen Yörüklerinden. Her terör hadisesinde yok yere suçluluk hissederler, başları eğiktir önlerinde. Öyle Kürt analarını bilirim ki, çifte yanıktır yürekleri.Bir oğlu askerde ,diğeri kandırılıp dağa çıkmış.Biri terör’e diğeri devlete hizmet ediyor. Teröristin ruhu satılmıştır şeytana. Beşikteki kardeşini bile acımadan öldürür.
Ayağı çıplak midesi aç, dağdan dağa kaçarken,bilmez mi ki ,gözünü kan bürümüş kapitalizme hizmet ettiğini ?

Bayrağımı asarken gözlerim yaşlı, hep bunları düşündüm. Yahudi ve Kürt dostlarımı düşündüm. Dostluğumuzu paylaşırken,içimizdeki sevinci düşündüm. Ölen gömülen unutulan vatan evlatlarını düşündüm. Bölünemez dediğimiz bu güzel vatanımızın , kişisel menfaatleri için ,bazı insanlıktan uzak zihniyetteki mahlukatın,kirli emelleri için nasıl pazarlık masasına yatırıldığını düşündüm.

Boğazıma bir tıkanıklık geldi,yutkunamadım.Zapt edemediğim göz yaşlarım akarken,lanet okuyorum Teröre. O esnada avucumdan buğday yiyen kumrular kondu ,panjurun eşiğine.Ürkek ürkek bakıyorlar bana. Vahşi kuşlar bile ehlileşip, iletişim kurabiliyorsa bizlerle, nedir bu insanların derdi ? Nedir bu paylaşamadığımız ? Cenaze namazının sesi geliyor camiden. Bir fidanı daha gönderiyoruz son yolculuğuna. Sönmeyen bir ateş düştü babasının ocağına. Ne yazık ki şehitler ölüyor ve unutuluyor. İnşallah vatan bölünmez.
Dursun bu lanet Terör dursun akan kan.

Dr. Erdem CANKAYA

30 Eylül 2011 Cuma

ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE SÖYLEŞİ

İnsanlık tarihi boyunca mücadelesi verilen bir kavramdır özgürlük.Kelime karşıtlığı olarak , kişinin hiçbir kısıtlama ve şarta bağlı olmaksızın serbestçe davranabilme hakkına Özgürlük diyoruz. Kendi kendine hareket etme ,karar verme ve davranma gücüne sahip olan her canlıyada özgür diyoruz.
Özgürlüğün sınırı bir başka bireyin özgürlüğünün sınırına kadardır dediğimiz de,ise sınırlanan özgürlüğün varlığı tartışılır hale geliyor. Doğal yapının içinde de bu sınırlamaları hep İnsanlar eşit haklarla doğar dememize rağmen,güçlünün egemen olduğu toplumlarda ,özgürlüğün oluşmadığını görüyoruz .
En genel haliyle özgürlük bağlı ve bağımlı olmama dış etkenlerden bağımsız olma engellenmemiş ve zorlanmamış olma halini dile getirmektedir. Buna paralel başka bir gündelik tanımı insanın kendi kararlarını kendi istemine ve düşüncelerine göre belirleyebilmesi kendi seçimlerini kendi iradesiyle yapabilmesi olarak belirir. Burada özgürlük bir irade özgürlüğüdür

Siyasal ve toplumsal alanda özgürlük kavramı daha karmaşık ve çok-anlamlı tanımlar ve tartışmalar getirir beraberinde.

Özgürlüğün Evrimi
İnsan oğlu koloniler halinde yaşamaya başladığında,doğal afetler karşısında kalınca,onu koruyacak güçleri aramaya başladı. Yaşam korkusunun getirdiği,kuramlar zinciri,özgürlüğünü sınırlamanın yanı sıra,görünmeyen güce tapınma ile birlikte ,insan beyninde Tanrıyı yarattı.
Tanrı her şeye sahipti,en güçlüydü ve en özgürdü.İnsan Tanrının koruma kalkanı altında yaşam hakkını güvence altına alarak,özgürlük hakkından vazgeçiyordu. Çok tanrılı dinlerin olduğu uygarlıklarda,tanrı ile insan arasındaki iletişimi rahipler sağlıyordu. Dinsel sınıfın egemenliği ile birlikte,insanın özgürlüğündeki sınırlamalar artıyordu.

Özgür iradeyi,insanlarda,çeşitli eylem olanaklarından birini seçebilme veya belirli durumlarda doğal,toplumsal ve dinsel kısıtlamalardan bağımsız eylemde bulunabilme yetisi olarak tanımlayabiliriz.Özgür iradenin savunucuları,görüşlerini özgürlüğün öznel deneyimine, suçluluk duygusuna,vahiy dinlerine ve yasa,ödül, ceza, teşvik gibi kavramların temelindeki kişinin eylemlerinden sorumlu tutulması anlayışına dayandırırlar.

Belirlenimcilik ilkesini benimseyenler,özgür iradeyi yadsırlar.İlahiyatta özgür iradenin varlığı ile,Tanrının her şeye gücünün yetmesi,insanları kötü olanları seçmesinde serbest bırakan Tanrı’nın ,iyiliği ve övgüye değer her eylemin ön koşulu olan ilahi hayra anlayışının bağdaştırılması gerekir.

İnsanoğlu yazıyı keşfettikten sonra, toplumsal yapıda Özgürlük kavramı daha net şekillenerek,güçlünün zayıfı ezmesi için haklar kavramı ,ve özgürlüklerin sınırları belli oldu.Genelde çok tanrılı dinlerde rahipler,tek tanrılı vahiy dinlerinde de peygamberler aracılığı ve krallar sayesinde kuramlar yaratıldı. İlk olarak milattan 2050 yıl yani zamanımızdan 4060 yıl önce, UR KRALI Ur Nammu ‘ nun yasa kitabı çıktı. Fakat çok detaylı olarak MÖ: 1760 Akatça olarak yazılmış ,Hamurabi kanunları bunların en meşhurudur. Babil’in koruyucu tanrısı Marduk a ait Esagila tapınağında siyah bir taş üzerinde, 282 madde yazılı bir kanun vardır. Kral Hamurabi bu emirleri Güneş tanrısı Şamaş ın kendisine bizzat yazdırdığını söyliyerek, Tanrı gücünü kullanan ilk insan olmuştur.( Yani ilk büyük yalancı)

Özgürlükler zamanla ,korkaklarla cesurlar,güçlülerle zayıflar arasındaki dengelere göre şekillenmiş,zaman zaman tanrı buyrukları,zaman zaman müstebitlerin istekleri doğrultusunda kişilerin hak ve özgürlükleri sınırlandırılmıştır. Tarihi süreç içinde en fazla özgürlükleri kısıtlananlar ise KADINLAR olmuştur. İnsanlık tarihinin başında erkekle eşit haklara sahip olan kadınlar,giderek bu haklarını yitirip,erkeğin malı veya kölesi durumuna düşmüş, Tek Tanrılı Vahiy dinlerinde ,peygamberler ve onlara ait kitaplarda kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik,tanrı buyruğu olarak yer almıştır.

Büyük Roma İmparatorluğu döneminde ilk kez ,özgürlük kavramı tartışılır olmuş, sınıflara ayrılmış insan toplulukları (Yönetici asil Romalılar,roma halkı,sömürge insanları ve kölelerin) hak ve hukukunu yani ÖZGÜRLÜK SINIRLARINI çizen yasalar çıkarılmıştır.
İstanbul ‘un işgali ile birlikte, nüfusu kırılan gücü azalan PAPALIK karşısında Hıristiyan aleminde, özellikle inanç özgürlüğü konusundaki istemler, Ruhban sınıfının ve Aristokrasinin gücünün Burjuva ve halk karşısında azalmasına neden olmuş, Fransız ihtilali ile birlikte,haklar ve özgürlükler, güçlü ile güçsüzler arasında dengelenmeye gitmiştir.Fransız ihtilalinin ünlü düşünürlerinden Jean Jacques Roussaeu (1712 – 1778 )“ÖZGÜR İNSAN HER YERDE ZİNCİRE VURULMUŞTUR” diyerek Özgürlük kavramının sınırlarını yok denecek kadar tanımlamıştır. Empirist İngiliz Filozofu John Locke (1632 – 1704) “Her insan 2 hakka sahip olarak dünyaya gelir. Birincisi ,başka insanların üzerinde hiçbir gücünün söz hakkı olmayacağı özgürlük hakkıdır,İkincisi ise mülkiyet hakkıdır” tanımlamasını yapmıştır.

Aydınlanmacılık ile beraber özgürlük felsefi ve toplumsal bir ilke olarak formüle edilmeye girişildi. Modernizm başlangıcından itibaren mutlak bir özgürlük talebi ve iddeası olarak ortaya konulmuştur.
İstenç özgürlüğü irade özgürlüğü ifade özgürlüğü düşünce özgürlüğü bireysel özgürlük toplumsal özgürlük ve benzeri kavram ve kategoriler felsefi Özgürlük nosyonu başlığı altında tartışılıp değerlendirilen ve siyasal içerimleri de olan birkaç önemli kavramdır.Özgürlükleri Siyasi özgürlükler ve Felsefi özgürlükler adı altında 2 ana başlıkta sınıflayabiliriz.

Sanayileşme ile birlikte, batı uygarlığında emekçi sınıfının oluşmasıyla, SERMAYE ve EMEK arasında dengenin kurulmaya çalışılması ile birlikte,özgürlüklerin gelişmesinde büyük gelişmeler olmuştur. Büyük Burjuva ve Aristokrasinin zayıflatılması ve demokrasinin yerleşmeye başlaması ile birlikte, Laik düşüncenin ışığı altında yapılan seçimler sonucu, özellikle ; Düşünce Özgürlüğü, İfade Özgürlüğü, İrade ve İstenç özgürlüğü açısından bir hayli mesafe alınmıştır. Serbest irade ile yapılan seçimler sonucu,oluşan parlamentolarda çıkarılan yasalar , insanlar arasında eşit özgürlüklerin oluşmasına neden olmuştur.

Ancak bilimden uzaklaşan topluluklarda ; filosof Friedrich Nietzsche şu an ülkemizdeki tabloyu açık tarif edecek şekilde, geçerli çok güzel bir saptama yapmıştır. “Cahil bir toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi, hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır.Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir!"

Bilimin önde olduğu,İnsan haklarının değerli olduğu ülkelerde,Özgürlüğün 3 temel dayanağı vardır. Bilime verilen değer, Laik düşünce sistemi ve Gerçek Demokrasidir.

Özgürlük hakkında yazılacak ve söylenecek çok sözler var. İlerde siyasi ve felsefi özgürlükleri filozofların ve ülkesine hizmet etmiş gerçek devlet adamlarının dilinden tartışarak ve anlatarak ,bu yazının devamını getirebiliriz.

Özgürlüğün esiri olmuş beynimin, şimdilik dile getibildikleri bu kadar. Esen kalınız.

Dr. Erdem CANKAYA

ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Özgürlük Üzerine Söyleşi

İnsanlık tarihi boyunca mücadelesi verilen bir kavramdır özgürlük.Kelime karşıtlığı olarak , kişinin hiçbir kısıtlama ve şarta bağlı  olmaksızın serbestçe davranabilme hakkına Özgürlük diyoruz. Kendi kendine hareket etme ,karar verme ve davranma gücüne sahip olan her canlıyada özgür diyoruz.
Özgürlüğün sınırı bir başka bireyin özgürlüğünün sınırına kadardır dediğimiz de,ise sınırlanan özgürlüğün varlığı tartışılır hale geliyor. Doğal  yapının içinde de bu sınırlamaları hep İnsanlar eşit haklarla doğar dememize rağmen,güçlünün egemen olduğu toplumlarda ,özgürlüğün oluşmadığını görüyoruz .
 En genel haliyle özgürlük bağlı ve bağımlı olmama dış etkenlerden bağımsız olmaengellenmemiş ve zorlanmamış olma halini dile getirmektedir. Buna paralel başka bir gündelik tanımı insanın kendi kararlarını kendi istemine ve düşüncelerine göre belirleyebilmesi kendi seçimlerini kendi iradesiyle yapabilmesi olarak belirir. Burada özgürlük bir irade özgürlüğüdür

Siyasal ve toplumsal alanda özgürlük kavramı daha karmaşık ve çok-anlamlı tanımlar ve tartışmalar getirir beraberinde. 

Özgürlüğün Evrimi
İnsan oğlu koloniler halinde yaşamaya başladığında,doğal afetler karşısında kalınca,onu koruyacak güçleri aramaya başladı. Yaşam korkusunun getirdiği,kuramlar zinciri,özgürlüğünü sınırlamanın yanı sıra,görünmeyen güce tapınma ile birlikte ,insan beyninde Tanrıyı yarattı.
Tanrı her şeye sahipti,en güçlüydü ve en özgürdü.İnsan Tanrının koruma kalkanı altında yaşam hakkını güvence altına alarak,özgürlük hakkından vazgeçiyordu. Çok tanrılı dinlerin olduğu uygarlıklarda,tanrı ile insan arasındaki iletişimi rahipler sağlıyordu. Dinsel sınıfın egemenliği ile birlikte,insanın özgürlüğündeki sınırlamalar artıyordu.

Özgür iradeyi,insanlarda,çeşitli eylem olanaklarından birini seçebilme veya belirli durumlarda doğal,toplumsal ve dinsel kısıtlamalardan  bağımsız eylemde bulunabilme yetisi olarak tanımlayabiliriz.Özgür iradenin savunucuları,görüşlerini özgürlüğün öznel deneyimine, suçluluk duygusuna,vahiy dinlerine ve yasa,ödül, ceza, teşvik gibi kavramların temelindeki kişinin eylemlerinden sorumlu tutulması anlayışına dayandırırlar.

Belirlenimcilik ilkesini benimseyenler,özgür iradeyi yadsırlar.İlahiyatta özgür iradenin varlığı ile,Tanrının her şeye gücünün yetmesi,insanları  kötü olanları seçmesinde serbest bırakan Tanrı’nın ,iyiliği ve övgüye değer her eylemin ön koşulu olan ilahi hayra anlayışının bağdaştırılması gerekir.

İnsanoğlu yazıyı keşfettikten sonra, toplumsal yapıda Özgürlük kavramı daha net şekillenerek,güçlünün zayıfı ezmesi için haklar kavramı ,ve özgürlüklerin sınırları belli oldu.Genelde çok tanrılı dinlerde rahipler,tek tanrılı vahiy dinlerinde de  peygamberler aracılığı ve krallar sayesinde kuramlar yaratıldı. İlk olarak milattan 2050 yıl yani zamanımızdan 4060 yıl önce, UR KRALI  Ur Nammu ‘  nun yasa kitabı çıktı. Fakat çok detaylı olarak MÖ: 1760 Akatça olarak yazılmış ,Hamurabi kanunları bunların en meşhurudur. Babil’in koruyucu tanrısı Marduk a ait Esagila tapınağında siyah bir taş üzerinde, 282 madde yazılı bir kanun vardır. Kral  Hamurabi bu emirleri  Güneş tanrısı Şamaş ın kendisine bizzat yazdırdığını söyliyerek, Tanrı gücünü kullanan ilk insan olmuştur.( Yani ilk büyük yalancı)

Özgürlükler zamanla ,korkaklarla  cesurlar,güçlülerle zayıflar arasındaki dengelere göre şekillenmiş,zaman zaman  tanrı buyrukları,zaman zaman  müstebitlerin istekleri doğrultusunda  kişilerin hak ve özgürlükleri sınırlandırılmıştır. Tarihi süreç içinde en fazla özgürlükleri kısıtlananlar ise KADINLAR olmuştur. İnsanlık tarihinin başında erkekle eşit haklara sahip olan kadınlar,giderek bu haklarını yitirip,erkeğin malı  veya kölesi durumuna düşmüş, Tek Tanrılı Vahiy dinlerinde ,peygamberler  ve onlara ait kitaplarda kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik,tanrı buyruğu olarak yer almıştır.

Büyük Roma İmparatorluğu döneminde ilk kez ,özgürlük kavramı tartışılır olmuş, sınıflara ayrılmış insan toplulukları (Yönetici asil Romalılar,roma halkı,sömürge insanları ve kölelerin) hak ve hukukunu  yani ÖZGÜRLÜK SINIRLARINI çizen yasalar çıkarılmıştır.
İstanbul ‘un işgali ile birlikte, nüfusu kırılan gücü azalan PAPALIK  karşısında Hıristiyan aleminde, özellikle inanç özgürlüğü konusundaki istemler, Ruhban sınıfının ve Aristokrasinin gücünün Burjuva ve halk karşısında azalmasına neden olmuş, Fransız ihtilali ile birlikte,haklar ve özgürlükler, güçlü ile güçsüzler  arasında dengelenmeye gitmiştir.Fransız ihtilalinin ünlü düşünürlerinden  Jean Jacques  Roussaeu  (1712 – 1778 )“ÖZGÜR İNSAN HER YERDE ZİNCİRE VURULMUŞTUR” diyerek  Özgürlük kavramının sınırlarını yok denecek kadar tanımlamıştır. Empirist İngiliz  Filozofu John Locke  (1632 – 1704)  “Her insan 2 hakka sahip olarak dünyaya gelir. Birincisi ,başka insanların üzerinde hiçbir gücünün söz hakkı olmayacağı özgürlük hakkıdır,İkincisi ise mülkiyet hakkıdır” tanımlamasını yapmıştır.

Aydınlanmacılık ile beraber özgürlük felsefi ve toplumsal bir ilke olarak formüle edilmeye girişildi. Modernizm başlangıcından itibaren mutlak bir özgürlük talebi ve iddeası olarak ortaya konulmuştur.
İstenç özgürlüğü border=0 title=virgül class=inlineimg v:shapes="_x0000_i1033"> irade özgürlüğü ifade özgürlüğü' border=0 title=virgül class=inlineimg v:shapes="_x0000_i1035"> düşünce özgürlüğü border=0 title=virgül class=inlineimg v:shapes="_x0000_i1036"> bireysel özgürlük' border=0 title=virgül class=inlineimg v:shapes="_x0000_i1037"> toplumsal özgürlük ve benzeri kavram ve kategoriler felsefi Özgürlük nosyonu başlığı altında tartışılıp değerlendirilen ve siyasal içerimleri de olan birkaç önemli kavramdır.Özgürlükleri Siyasi özgürlükler ve Felsefi özgürlükler adı altında 2 ana başlıkta sınıflayabiliriz.

Sanayileşme ile birlikte, batı uygarlığında emekçi sınıfının oluşmasıyla, SERMAYE  ve  EMEK arasında  dengenin kurulmaya çalışılması ile birlikte,özgürlüklerin gelişmesinde büyük gelişmeler olmuştur. Büyük Burjuva ve Aristokrasinin zayıflatılması  ve demokrasinin yerleşmeye başlaması ile birlikte, Laik düşüncenin ışığı altında yapılan seçimler sonucu,  özellikle  ; Düşünce Özgürlüğü, İfade  Özgürlüğü, İrade ve  İstenç özgürlüğü açısından bir hayli mesafe alınmıştır. Serbest irade ile yapılan seçimler sonucu,oluşan parlamentolarda çıkarılan yasalar , insanlar arasında eşit özgürlüklerin oluşmasına neden olmuştur.

Ancak bilimden uzaklaşan topluluklarda ; filosof Friedrich Nietzsche  şu an ülkemizdeki tabloyu açık tarif edecek şekilde, geçerli çok güzel bir saptama yapmıştır.  “Cahil bir toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi, hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır.Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir!"

Bilimin önde olduğu,İnsan haklarının değerli olduğu ülkelerde,Özgürlüğün  3 temel dayanağı vardır. Bilime verilen değer, Laik düşünce sistemi ve Gerçek Demokrasidir.

Özgürlük hakkında yazılacak  ve söylenecek çok  sözler var. İlerde siyasi ve felsefi özgürlükleri filozofların ve ülkesine hizmet etmiş  gerçek devlet adamlarının dilinden tartışarak ve anlatarak ,bu yazının devamını getirebiliriz.

Özgürlüğün esiri olmuş beynimin, şimdilik dile getibildikleri bu kadar. Esen kalınız.

Dr. Erdem  CANKAYA

6 Haziran 2011 Pazartesi

Masalın Gücü

GELİŞMİŞ   İNSAN RUHUNDA  “MASALLARIN YERİ”

Son zamanlarda değişen aile yapısı ve televizyon, bilgisayar gibi teknolojik gelişmeler, insanların sosyal doku ve davranışlarında büyük değişikliklere yer açtı.

Doğal gazın ve Kaloriferli evlerin olmadığı dönemlerde, ninelerle dedelerin torunları ile yaşadıkları evlerde, akşamın geç saatlerinde sönük kandilin uyku getiren ışığında, ısısını kaybetmemiş sobanın etrafında,yaşlı büyüklerimizden dinlediğimiz masallar,hayal dünyamızı geliştirir,bizi bambaşka dünyalara götürürdü.
Son zamanlarda TV lar da kontrolsüz yayınlanan bir takım filimler,”Dünyayı Kurgulayan Güçler” tarafından, çocukları şiddete yönlendiren ve tüketim toplumu haline getiren bir senaryo ile kurgulanır oldular.
Halbuki masalların eğitici değerleri vardı. Masalların çocuk hayal dünyasında geniş ufuklar açtığı bir gerçektir. Masalların öz malzemesi: çağlar boyunca zenginleşmiş, insan öz değerlerini ön plana alacak şekilde ve konuları edebiyatın evrimi ile gelişerek olgunlaşmıştır.
İnsanüstü özellikler gösteren masal kahramanlarının, olaylar tamamen hayal ürünü olup, yerin ve zamanın belli olmadığı bir hayal ülkesinde geçer. İyiler hep iyi, kötüler hep kötüdür. İyiler ödüllendirilir, kötüler cezalandırılır. Masallarda eğiticilik esastır. Çoğu kez evrensel konular işlenir. 
                                                                                         
Masalda insanlar, gerçek veya gerçekdışı vasıflarda görünürler. Bu gerçek olmayan kuvvetlerini büyülü bir araçtan, var olmayan bir mahluktan veya evliyâdan alır. Masalın kahramanları, belli bir toplumun bilinen bir zamanda yaşamış kişileri değildir. Her ülke ve zamanda olabilecek padişah, vezir, köylü, kadı, derviş, ırgat, harami gibi sembol tiplerdir. 

Benim çocukluğum masal açısından çok zengindi. İlk masallarımı, çok kısa sürede olsa Anneannemden dinledim. Daha sonra benim masal anlatıcım küçük ablam oldu.
Benden 3 yaş büyük olmasına rağmen hayatımın en güzel masallarını ablamdan dinlemişimdir. Uykumun geldiği dönemlerde de Tarih öğretmeni olan babam tarihi bir masal edasında anlatır, bazen de defalarca dinlemekten bıkmadığım babamın çocukluk anıları, beni Kurtuluş savaşı günlerine ve Cumhuriyetin kuruluş dönemindeki o yoksul döneme taşırdı.

Okuma yazma öğrendiğim zaman ,öğretmen olan Baba ve Annem her okuduğum masal kitabı için beni ödüllendirirlerdi. Dana gözü denilen sarı 25 kuruşu kazanabilmek için  bir günde  bir masal kitabını bitirir,babamın dar öğretmen bütçesinde yara açardım.

Masallardan sonra Destanlara,daha sonraları,hikaye ve mitolojiye merakım başladı. Ortaokul da okuyacağım kitap olarak ,babamın kütüphanesindeki Milli eğitim bakanlığının Rus klasikleri kalmıştı.Yüzbaşının kızı,Harp ve Sulh ilk okuduğum Romanlardı.

Roman okuma zevkini aldıktan sonra tekrar, masal okumaya yönelmemin apayrı bir hikayesi vardır. Ortaokul 1.ci ve 2.ci Sınıflarda Türkçe öğretmeni olan Aile dostumuz Rahmetli Naci Tüğen’ i hiç unutamam. Dilbilgisi derslerinden öğrencilerinin bunaldığını anladığı an, çantasından “ROBİNSON KRUZE” yi çıkarır, hakkını veren yumuşak bir ses tonu ile bize arkası yarınlar şeklinde kitabı okurdu. Birçok sınıf arkadaşım daha kitap yarılanmadan, kitapçıdan Robison Kruzeyi kitapçıdan aldılar. Kitabı okuyup bitirmelerine rağmen,hocamızın o tatlı  sesi ile okuduğu  hikayeyi dinlemek yine ayrı bir hoştu. Naci Hocamdan birde o zamanlar piyasada bulunmayan “ Bin bir gece Masallarını” dinledik. Jules Verne ‘nin “Aya Seyahat “ kitabını da 2ci sınıfın yaz ödevi olarak almıştık. Ne yazıkki ,hocamız Manisa’dan İstanbul’a tayin olunca,Jules Verne ’nin kitabını hocamızla yorumlama olanağımız kalmamıştı.

Beni en çok etkileyen iki masalcı olmuştur. Birincisi BEYDEBA  ikincisi ise BEHRENGİ olmuştur.

Beydeba MÖ 1 ci yüzyılda yaşamış,İranda doğup Hindistanda yaşamını tamamlamış,kimilerine göre Türk kimilerine göre Çin asıllı bir Fabl ustasıdır. Bilinen Kelile ve Dinme isimli masal kitabında çocuk dünyasında büyük ufuklar açan masalları yer almıştır. Kitap adını ilk bölümündeki bir hikâyenin kahramanı olan iki çakaldan almıştır; "doğrunun ve dürüstlüğün" simgesi "Kelile" ile "yanlışın ve yalanın" simgesi "Dimne".
 Kelile ve Dimne`deki hikâyeler siyasetten erdeme kadar birçok farklı konuyu ele almıştır. . Çocuklara şuur altına, İnsanı ve doğayı sevmeyi öğreten,Dostluğun ve doğru olmanın güzelliklerini işleyen,daima iyilerin kazandığı,kötülerin kaybettiği bir dünyayı sunar.Beydeba yı okuyabilme şansına sahip olan çocuklar, ”İnsan,Hayvan ve Doğa Sevgisi” ile donanır.

Behrengi ise (1938-1968) yılları arasında yaşamış, İranlı bir ilkokul öğretmenidir.
Genellikle coşkulu ve duygulu bir anlatımın ağır bastığı Behrengi'nin yapıtlarında büyüklerin dünya­sı küçükler aracılığıyla anlatılırken, toplum­sal sorunlarla ilgili eleştiriler içeren bir yakla­şım da sergilenir. Behrengiyi okuyarak büyüyen çocuklar ilerde “İNSAN HAKLARI SAVUNUCUSU” sol görüşü benimseyen erişkinler olurlar.

Beydeba’ nın  “2 ARKADAŞ “ isimli masalını  anlatarak bu yazımı sonlandırmayı istiyorum.
Vaktiyle ülkelerden birinde Halil ve Nuri adında iki arkadaş yaşardı. Bir gün birlikte geziye çıktılar.
Az gittiler uz gittiler. Dere tepe düz gittiler. Gide gide bir çöle vardılar. Geniş, engin bir çöldü burası. Aç kaldılar susuz kaldılar. Güç bela çölü geçtiler.
Tekrar düştüler yola.
Sonunda yüce bir dağa ulaştılar. Eteğinde büyük bir havuz vardı.Çevresi, rengarenk çiçeklerle donanmıştı.Ağaçlar yeşilliklerini havuza taşırmışlardı.Cennet gibiydi sanki.İki arkadaş nasıl da yorulmuşlardı.Havuzda bir süre dinlenmek istediler.
Kenara oturdular. Yanlarında getirdikleri azıktan biraz yediler.Havuzun suyu oldukça serindi.Ellerini yüzlerini yıkadılar.Çevreyi seyrederken gözlerine birşey ilişti.Gidip baktılar.Mermer bir levha.Üzerine ilginç bir yazı.
Okudular. Çok şaşırdılar.
Şöyle diyordu yazıda:
“Ey yolcu! Bir yolculuğa . çıkmak istermisin ? Sonuçta seni sonsuz bir mutluluk bekliyor. Atılmak istersen eğer bu maceraya, önce havuzu, yüzerek karşıya geç.Orada taştan bir arslan heykeli göreceksin.Şayet onu omuzlayıp bir çırpıda şu dağa çıkarabilirsen, sınırsız bir mutluluğa erişeceksin. Fakat çıkacağın yol çok sıkıntılıdır,yorucudur.Yukuş diktir.Yolda ayağına dikenler batacak, çalılar takılacak.Yırtıcı hayvanlarla karşılaşacaksın.Onlardan kurtulmak güçtür.Bütün bunları yenersen, sonuçta mutlu olacaksın”
İki arkadaş donup kaldılar. Bir süre sessizce durdular.Sessizliği önce Nuri bozdu:
- Ben , dedi, böyle sonu belirsiz bir maceraya atılmam.
Halil  itiraz etti:
- Zahmetsiz bir şeye ulaşılmaz.Sıkıntı çekmeden insan mutlu olamaz.
Nuri, düşüncesinde kararlıydı:
- Hayır, dedi, ben onca tehlikeyi göze alamam.
Halil:
- Sen kabul etmezsen etme, dedi, ben şansımı deneyeceğim.
Nuri korkmuştu.arkadaşına acıyordu.
- Bari, dedi, senin karşılaşacağın tehlikeleri görmeyeyim.
Ve uzaklaştı oradan.
Halil, korkusuzdu. Fakat, yine de bir ürperti . duymuyor değildi yüreğinde. Bildiği bütün duaları birer birer okuyarak atladı havuza. Yüzmeye başladı. Gittikçe güçten . düşüyordu. Güç bela karşıya ulaşabildi. Havuzun diğer ucuna varınca derin bir nefes aldı. Rahatlamıştı.Bir süre dinlendi, soluklandı.Çevreyi seyretmeye başladı.Taştan yapılmış arslan heykeli karşısındaydı.Kuşkulu kuşkulu yaklaştı.Gücünü toplayıp heykeli sırtladı.
Omzundaki heykelse sanki gittikçe ağırlaşıyordu. Nefes nefese kalmıştı. Durup dinlenmek istedi.Yokuşta durmanın tehlikeli olacağını düşünüp vazgeçti.Anasından emdiği süt burnundan gelmişti. Sonunda dağın doruğuna varmıştı. Oflaya puflaya heykeli taşıdı doruğa.
Yere koyar koymaz arslan dile gelip kükredi.
Öyle bir kükreyişti ki bu, dört bir yana korkunç bir gürültü halinde yayıldı.
Dağın arkasında büyük şehirler vardı. Arslanın kükreyişi kantler’e kadar ulaştı.Sesi duyan bir gurup insan Halil ‘in bulunduğu yere doğru geliyordu. Halil şaşkınlık içindeydi. Bir arslana;bir de üzerine doğru gelen kalabalığa bakıyordu.Hiç bir şey anlamadı.
Kalabalıktan çok korkmuştu.
“Aman Allahım, nedir bu başıma gelenler?” diye söylenmeye başladı. Kalabalık gittikçe aklaşıyordu.
HALİL ‘deki gerilim son sınıra ulaşmıştı.
Fakat korkusu boşunaydı. Topluluktan birkaç kişi öne çıktı.Ellerinde süslü padişah giysileri vardı.Sessizce yaklaştılar.Kaftan’ı HALİL‘e giydirdiler.Başına büyük bir kavuk oturttular. Güzel bir Küheylan’a bindirdiler ve şehre doğru yola koyuldular.
HALİL, şimdi çok sevinçliydi.
“Başıma devlet kuşu kondu galiba” diyordu. Yine de hayretler içindeydi.Kalabalıktan birisine sordu.
- O gördüğünüz arslan ve havuz tılsımlı şeylerdir, cevabını aldı.
Bir başkası:
- Bizim padişahımız ölünce, dağdan arslanın kükremesini bekleriz. Arslan kükreyince yeni hükümdarımızın geldiğini anlarız, dedi.
Dimne’nin anlattığı bu hikaye Kelile’yi çok etkilemişti.
- Tamam, dedi, kabul ediyorum. Devlet yönetiminde önemli yerlere gelmek için soylu olmak zorunlu değil. Yetenekli ve akıllı olan bir kişi bu makama erişebilir. Fakat sonuçta başkaları yadırgamaz mı bunu?
- Sanmıyorum, dedi Dimne. Belki başlangıçta garip bulanlar olabilir. Ama, sen eriştiğin makamın gereğini yerine getirirsen bir sorun çıkmaz.
Kelile hala kuşkuluydu.
- Diyelim ki padişaha yakın bir mevkiye geldin. Seni kıskananlar olacaktır.Onların kötülüklerinde nasıl . emin olabilirsin?
Dinme’nin kendine güveni sonsuzdu.
- Kolay, dedi.
Bazı kurallara uymalısın. Kızgın olmamalısın.Nefsinin istediğine karşı gelmelisin.Görevini düşünmelisin.Önüne hangi görev çıkarsa çıksın çekinmeden kabul etmelisin. Serin kanlı olmalısın.
Kelile:
. - Söylediklerin güzel şeyler, dedi. Peki padişaha kendini nasıl beğendireceksin?
Dimne:
- O da kolay, dedi. Onun da yolu yordamı var.
Öncelikle hükümdarına bağlı olacaksın.Ne olursa olsun buyruğundan dışarı çıkmayacaksın.Ülkenin ve padişahın yararına olan her işi destekleyecek, özendireceksin.Zararlı şeylerden kaçındıracaksın.
. Ve sultanını gerçek bir sevgiyle seveceksin.
Kelile, Dimne ‘nin kararlı olduğunu anladı.
- Bari, dedi, padişahın yanında bulunmanın ateşten bir gömleği giymek . kadar tehlikeli olduğunu aklında çıkarma.
Dimne, Kelile’ye hak verdi.
- Dediklerin doğru, dedi.Önerilerin için . teşekkür ederim.

Çok uzun bir yazı oldu, okuyanlar sıkıldıysa özür dilerim.Ama  Masalların güzelliği içinde verilmiş olan mesajı iletebildiysem ne mutlu bana.
Dr. Erdem CANKAYA

11 Mayıs 2011 Çarşamba

GÜNÜ YAŞAMAK

Keyifli bir Salı gecesi,

1o Mayıs 2011 senesi, kişisel tarihimde not düşeceğim günlerden biri. Bir konuda inatla bir şeyi başarmak istiyor ve sonuçta başarıyorsanız, aldığınız keyif ‘in tadı bir başka oluyor.

2 yılı aşkın süredir, yakın arkadaşlarımla birlikte düzenlemeğe çalıştığım “SOFRA TOPLANTILARI “ ilerde belleklerde hoş bir eylem olarak anılacak noktaya geldi. Her ayın 2 ci Salı akşamı toplantılarının ulaştığı düzey ve katılımcıların üstün nitelik ve nicelikli yapıları, ulaşmak istediğimiz hedefe vardı. Bu toplantıların ilk çekirdeği 2006 senesinin sonunda kış aylarından birine rastlıyordu. Ben,Semih Eryıldız, Fikret Çakır ,Nabey Önder ve Dr.Ali Şeker Cumhuriyet Restoranda bir masada CHP de o günkü gidişat’ın sıkıntılarını dile getirerek ne yapabiliriz  diye dertleşiyorduk.  Aydınlanma ateşinin İTÜ de yaptığımız son toplantısı sonuçsuz olarak dağılmıştı. CHP ye sunmak istediğimiz katkı,parti içi egemen güçlerce engellenmiş, birlikte yola çıktığımız bazı dostlarımızla da,taktiksel farklı davranma istekleri sonucu,birlikteliğimiz bozulmuştu.

 O akşamki samimi diyalog, acaba bu sofra muhabettlerini arada bir yapsak, dostlukları yeniden oluşturup, birliğimizi tekrar sağlayabilirmiyiz diye düşündüm. Netice alamasak dahi ,hiç olmazsa dostlarla bir araya gelerek ,İstanbul’un stresli yaşamında felekten bir gece çalmış olurduk. Bu minval üzerine birkaç defa Cumhuriyette bir araya geldik. Sonraları hep niyetlenmemize rağmen nedense ,bir türlü 4 kişi dahi bir araya gelemiyorduk. “DÜNYA RAKI GÜNÜ” nü bahane ederek birbirlerinden hoşlanacak arkadaşlarımı Cumhuriyet’te yemeğe çağırdım .O gece Atatürk’ün masasında birlikte olmak bize öyle keyif verdiki; ortak teklif ve kararla ,her ayın 2 ci Salı akşamı Rakı gününün ay devriyesi olarak toplanmaya başladık. Rahmetli Erhan Çayhan,Semih Eryıldız,Fikret Çakır, Coşkuner Irmak, Yaşar Hangün ve ben sofranın ilk müdavimleri olduk.Daha sonra Mehmet Yıldırım,Cem Tüzün sofranın müdavimlerine katıldı.Her yemekte değişik arkadaşlar sofraya katılır oldular. Grup büyünce  Cumhuriyette ayni masalara sığamaz olduk. Mehmet Yıldırımın aracılığı ile “MER RESTORAN” toplantılarımız başladı. Sofranın sosyal yapısını değiştirip,birlikteliğimizi güçlendirip, toplantılarda  sıralı ve gündemli konuşma düzenine geçtik. Rakı-Balık toplantısı olan sofranın adını da değiştirip,”Atatürk’ün sofrası “ yaptık.  Arkadaşlar sınır tanımaksızın düşüncelerini dile getirebiliyordu.Alkolün etkisiyle gevşeyen sinirlerin rahatlığı içinde,herkes düşüncelerini özgürce açığa vurabiliyordu.

Ben  her toplantımızda fotoğraflar çekiyor,arkadaşların konuşmalarını da kısa özetler halinde ,ortak mail grubumuz “AYDINLANMA ATEŞİ”inde yayınlıyordum. Sofranın özelliği ,herkesin fikirlerini ÖZGÜRCE  söyleyebilmesi idi. Sofradaki söylemleri Aydınlanma ateşine taşımam,bazı dostları irrite etti. Bir grup arkadaş soframızı “Sarhoş Sofrası” olarak niteleyip ,sofrayı ve beni protesto eden yazılar yazdılar. Bir daha da sofra toplantılarına katılmadılar. Ama sofra öyle bir noktaya gelmişti ki MER restoran katılımcılara dar gelmeye başladı. Hem düzen açısından,hem yemek ve ortam kalitesi açısından,toplantılarımızı İTÜ Sosyal tesislerinde yapmaya karar verdik. Çok doğru bir karar verdiğimizin  sonucunuda,her bir sonraki toplantının bir öncesindekinden ,daha nitelikli olduğunu gördük.

Sofra amacına ulaşmıştı.Sofranın sağladığı birlik ve dostluk havası “SOSYAL DEMOKRASİ DERNEĞİ İstanbul şubesi” nin kurulmasına öncülük etti ,ve de özlemini duyduğumuz “Siyaset,Felsefe ve düşünce bazlı” bir derginin doğmasına neden oldu. Soğumuş küllerinin arasından Aydınlanmanın öncülerinden “ÖZGÜR İNSAN” aydınlanma ateşi görevini görmek üzere yeniden yayın hayatına giriyor.
Bu dergide görev almak ve düşüncelerimi yazıya dökebilmek,duygularımı şiirlerimle dile getirmek için bir sevgiliye kavuşmanın keyfini yaşıyorum.

Özgür İnsan ‘ın yayın hayatına girmesi ile birlikte,bu güne kadar üstlendiğim sofra düzenleme görevini de bir arkadaşım üstlenecek. Kurucuları arasında olduğum Sosyal Demokrasi Derneğindeki Yöneticilik görevimi,genç kardeşlerime devretmenin gururunu ve keyfini yaşıyorum.

Bana bu keyif veren sonuçları yaşamada olanak sağlıyan, 43 yıllık yol arkadaşlarım başta Semih Eryıldız’a, Fikret Çakır’a, Osman Sertbaş ‘a ve  Nabey Önder’e ,dernek ve sofraya katkıları nedeni ile , Sayın Nurettin Eyüpoğlu’na, Sayın Ercüment Fişek’e ,Dernek ve Özgür İnsandaki bilimsel katkılarından dolayı,Genç bilim adamı değerli kardeşim Serdar Taşçı’ya,isimlerini saymakla bitiremeyeceğim ,soframızın müdavimi tüm sayın  dostlarıma teşekkür ve şükran dileklerimi iletirim.

Dr. Erdem  CANKAYA  (Ataköy 11.05.2011)







GÜNÜ YAŞAMAK

Keyifli bir Salı gecesi,

1o Mayıs 2011 senesi, kişisel tarihimde not düşeceğim günlerden biri. Bir konuda inatla bir şeyi başarmak istiyor ve sonuçta başarıyorsanız, aldığınız keyif ‘in tadı bir başka oluyor.

2 yılı aşkın süredir, yakın arkadaşlarımla birlikte düzenlemeğe çalıştığım “SOFRA TOPLANTILARI “ ilerde belleklerde hoş bir eylem olarak anılacak noktaya geldi. Her ayın 2 ci Salı akşamı toplantılarının ulaştığı düzey ve katılımcıların üstün nitelik ve nicelikli yapıları, ulaşmak istediğimiz hedefe vardı. Bu toplantıların ilk çekirdeği 2006 senesinin sonunda kış aylarından birine rastlıyordu. Ben,Semih Eryıldız, Fikret Çakır ,Nabey Önder ve Dr.Ali Şeker Cumhuriyet Restoranda bir masada CHP de o günkü gidişat’ın sıkıntılarını dile getirerek ne yapabiliriz  diye dertleşiyorduk.  Aydınlanma ateşinin İTÜ de yaptığımız son toplantısı sonuçsuz olarak dağılmıştı. CHP ye sunmak istediğimiz katkı,parti içi egemen güçlerce engellenmiş, birlikte yola çıktığımız bazı dostlarımızla da,taktiksel farklı davranma istekleri sonucu,birlikteliğimiz bozulmuştu.

 O akşamki samimi diyalog, acaba bu sofra muhabettlerini arada bir yapsak, dostlukları yeniden oluşturup, birliğimizi tekrar sağlayabilirmiyiz diye düşündüm. Netice alamasak dahi ,hiç olmazsa dostlarla bir araya gelerek ,İstanbul’un stresli yaşamında felekten bir gece çalmış olurduk. Bu minval üzerine birkaç defa Cumhuriyette bir araya geldik. Sonraları hep niyetlenmemize rağmen nedense ,bir türlü 4 kişi dahi bir araya gelemiyorduk. “DÜNYA RAKI GÜNÜ” nü bahane ederek birbirlerinden hoşlanacak arkadaşlarımı Cumhuriyet’te yemeğe çağırdım .O gece Atatürk’ün masasında birlikte olmak bize öyle keyif verdiki; ortak teklif ve kararla ,her ayın 2 ci Salı akşamı Rakı gününün ay devriyesi olarak toplanmaya başladık. Rahmetli Erhan Çayhan,Semih Eryıldız,Fikret Çakır, Coşkuner Irmak, Yaşar Hangün ve ben sofranın ilk müdavimleri olduk.Daha sonra Mehmet Yıldırım,Cem Tüzün sofranın müdavimlerine katıldı.Her yemekte değişik arkadaşlar sofraya katılır oldular. Grup büyünce  Cumhuriyette ayni masalara sığamaz olduk. Mehmet Yıldırımın aracılığı ile “MER RESTORAN” toplantılarımız başladı. Sofranın sosyal yapısını değiştirip,birlikteliğimizi güçlendirip, toplantılarda  sıralı ve gündemli konuşma düzenine geçtik. Rakı-Balık toplantısı olan sofranın adını da değiştirip,”Atatürk’ün sofrası “ yaptık.  Arkadaşlar sınır tanımaksızın düşüncelerini dile getirebiliyordu.Alkolün etkisiyle gevşeyen sinirlerin rahatlığı içinde,herkes düşüncelerini özgürce açığa vurabiliyordu.

Ben  her toplantımızda fotoğraflar çekiyor,arkadaşların konuşmalarını da kısa özetler halinde ,ortak mail grubumuz “AYDINLANMA ATEŞİ”inde yayınlıyordum. Sofranın özelliği ,herkesin fikirlerini ÖZGÜRCE  söyleyebilmesi idi. Sofradaki söylemleri Aydınlanma ateşine taşımam,bazı dostları irrite etti. Bir grup arkadaş soframızı “Sarhoş Sofrası” olarak niteleyip ,sofrayı ve beni protesto eden yazılar yazdılar. Bir daha da sofra toplantılarına katılmadılar. Ama sofra öyle bir noktaya gelmişti ki MER restoran katılımcılara dar gelmeye başladı. Hem düzen açısından,hem yemek ve ortam kalitesi açısından,toplantılarımızı İTÜ Sosyal tesislerinde yapmaya karar verdik. Çok doğru bir karar verdiğimizin  sonucunuda,her bir sonraki toplantının bir öncesindekinden ,daha nitelikli olduğunu gördük.

Sofra amacına ulaşmıştı.Sofranın sağladığı birlik ve dostluk havası “SOSYAL DEMOKRASİ DERNEĞİ İstanbul şubesi” nin kurulmasına öncülük etti ,ve de özlemini duyduğumuz “Siyaset,Felsefe ve düşünce bazlı” bir derginin doğmasına neden oldu. Soğumuş küllerinin arasından Aydınlanmanın öncülerinden “ÖZGÜR İNSAN” aydınlanma ateşi görevini görmek üzere yeniden yayın hayatına giriyor.
Bu dergide görev almak ve düşüncelerimi yazıya dökebilmek,duygularımı şiirlerimle dile getirmek için bir sevgiliye kavuşmanın keyfini yaşıyorum.

Özgür İnsan ‘ın yayın hayatına girmesi ile birlikte,bu güne kadar üstlendiğim sofra düzenleme görevini de bir arkadaşım üstlenecek. Kurucuları arasında olduğum Sosyal Demokrasi Derneğindeki Yöneticilik görevimi,genç kardeşlerime devretmenin gururunu ve keyfini yaşıyorum.

Bana bu keyif veren sonuçları yaşamada olanak sağlıyan, 43 yıllık yol arkadaşlarım başta Semih Eryıldız’a, Fikret Çakır’a, Osman Sertbaş ‘a ve  Nabey Önder’e ,dernek ve sofraya katkıları nedeni ile , Sayın Nurettin Eyüpoğlu’na, Sayın Ercüment Fişek’e ,Dernek ve Özgür İnsandaki bilimsel katkılarından dolayı,Genç bilim adamı değerli kardeşim Serdar Taşçı’ya,isimlerini saymakla bitiremeyeceğim ,soframızın müdavimi tüm sayın  dostlarıma teşekkür ve şükran dileklerimi iletirim.

Dr. Erdem  CANKAYA  (Ataköy 11.05.2011)

7 Mayıs 2011 Cumartesi

ANNELER GÜNÜ

Kaç yaşında olursanız olun, anne sıcaklığını hep arzuluyorsunuz.Benim annem bir anneler gününde vefat etti.O günden bu güne anneler günü benim için hüzünlü bir gündür.
Canım   Annem, benim hem arkadaşım hem dert ortağım hemde öğretmenimdi.Ortaokul 2 ci sınıfta iken  “Alize rüzgarlarını” sınıfta anlatmasını hala hatırlarım.Ortaokul son sınıfta ödevimi zamanımda yapmadığım için ödev notumu sıfır vererek,sorumluluk sahibi olmam için  vede zamanı iyi kullanmam için bana bir ders vermişti.

Yaşadığı süre içinde ,onu hep arkamdaki gizli güç olarak hissetmişimdir.Tıbbiyenin zorlu sınav dönemlerinde  çalışmaktan bunaldığım anlarda,çayı demler beni dinlenmek için tavla oynamaya davet ederdi.Sınav önceleri çok gergin olurdum.Ne kadar iyi çalışırsam çalışıyım,sınavda başarısız olacakmış gibi hissederdim. Annemi  karşıma oturtur,tıbbi konuları ona anlatarak,bilgimi pişirmeye kalkar,daha önceden sorular hazırlayıp,bana sorması için ona verirdim.Ne günlerdi o günler. Sınav sabahları, onun benim  başarım için okuduğu dualar  ayrı bir huzur verirdi bana.

Babamın vefatından sonra ,annem hızla yaşlanmaya başladı.!7 Ağustos depreminden sonrada
Büyük ablamın evine taşındı.Mesafe uzadığı için ziyaretlerim seyrekleştiği için ,sitem ettiği zaman içime çok dokunurdu.Ölümünden sonra o sitemlerin daha güçlüsünü ben kendime yaptım.

Bu gün yine bir anneler günü. Annesiz geçireceğim bir anneler günü daha.O kadar çok özledimki  annemi….

Tüm annelerin  anneler günü kutlu olsun.
Dr.Erdem Cankaya

4 Şubat 2011 Cuma

Hastalığım ve benim sevgili dostlarım

Yazmak, içerden gelen istekle oluyor.Hadi bir yazı yazayım dediğiniz zaman,eğer içinizde bir istek yoksa veya çevrenizde sizi yazmaya yöneltecek bir olgu oluşmadıysa,yazsanız dahi ,o yazı ilk başta size yavan geliyor.Geçirdiğim rahatsızlık beni eve hapsedince,  sadece TV seyredip,Gazete ve kitap okuyarak , vakti geçirebilmek oldukça zor.Bir dürtü ile başlıyorsunuz sağı solu karıştırmağa. İşin en zoru da evin mutlak efendisi olan hanımlar için oluyor. Hastalığınızdan dolayı müşfik müşfik bakan yüzlerinde ,hatlar değişerek, “Ne istiyorsan söyle bana ,ben vereyim” diyerek, hafif yollu ,çizmeyi aştığınızı size hatırlatıyorlar.

Hastane günlerim   Mısırdaki olayların takibi ile geçti. Ama  Zat-ı muhteremin biri çıkıp da  Mısır devlet başkanına halkın nabzına göre hareket etmesini öğütlerken, kendi ülkesinde “TORBA YASA” gibi antidemokratik  bir yasayı protesto eden yüzbinlerce işçinin üzerine ,Allahın zemheri soğuğunda tazyikli su fışkırtılmasını emretmesi ,akla tek bir cümleyi getiriyor.”EL’ E VERİR TALKIMI KENDİ YUTAR SALKIMI”

Rahmetli babam yaşasaydı böyle durumlarda “Behey Müptezil “ diyerek söze başlar, daha sonra ne söyleyecekse söylerdi. Rahmetlinin bu çıkışları zaman zaman başını sıkıntıya sokardı. Ben çocukluk dönemlerimde yaşadığım bazı sıkıntılı yaşam şekli nedeni ile ,hiçbir zaman babam kadar sözünü esirgememe cesaretini gösteremedim.

Küçük yaşlarda yaşadığım iki olay,yaşantım boyunca karekterimde çizgi bırakacak şekilde beni etkilemiştir.

İlkokula doğduğum şehir olan Ödemiş de  İstiklal ilkokulun da 1954 yılında başladım.Sıra arkadaşlarım, Çocuk Doktoru Niyazi KÖYMEN ‘in  oğlu Akil Muhtar ile,Belediye Başkanı Ahmet Okçular’ın oğlu Semih ti. Öğretmenimizde Kamil Gültekin isminde 40 yaşlarında Kırmızı ablak suratlı bir öğretmendi.İlk yıl Kamil bey bizlere olmasından fazla ilgi ve sevgi gösterirdi.
İkinci sınıfta iken  annemle babam sırf siyasal görüşleri nedeni ile ,İzmir il hudutları dışına ayrı kentlere tayin edilince,biz 3 kardeş bir süreliğine ,aile dostlarımızın bakım ve denetiminde kaldık.Kamil bey’in sevgi ve ilgisi nedense birdenbire azalıvermişti.Üst sınıflardan bazı çocuklar,dövmekle tehdit ediyor,ve küfürle devamlı taciz ediyorlardı.Semih ile Akil okul içindeki en yakın desteklerimdi. Semih in babasının Belediye başkanı oluşu, bana bir nevi kalkan görevi görüyordu.1955 senesinin Kasım ayının ortaları idi. Ödemiş de seçim yapılmıştı. Okul a gittiğimde bir grup  çocuk, Semih ‘i bir köşeye sıkıştırmış,sözlü tacizde bulunuyorlardı.Benim mağrur arkadaşım ağlıyordu.Babası seçimi kaybetmişti. Daha demokrasiyi hazmedememiş ilkel toplumun, ilkel insanlarının, ilkelce yetiştirdiği çocukları,kedinin kuyruğuna teneke bağlar misali,öfkelerini çok değişik bir biçimde alıyorlardı.

Kamil Gültekin aynı gün Semih’le beni en arka sıraya oturtmuştu. Akil yanımıza gelmek istediğinde ona izin vermemişti. Ders esnasında Akil geriye dönüp bize el sallıyarak yanımızda olduğu mesajını veriyordu. Bizde Sıranın altında Semihle elele tutuşarak, dostluğumuzu parçinliyorduk.

Bir süre sonra beden eğitimi dersinde yürüyüş koluna geçtik. Semihle ben en arka sırada idik. Bir an baldırlarımda bir acı hissettim. Kamil bey bacaklarıma değnekle vurmuştu.” Doğru yürüsene”  ikazı ve yediğim değnek,bana verilen bir ceza değil babam a gösterilen bir tepkinin ürünü idi.Ama o yaşlarda bunu idrak etmem elbette imkansızdı.Onurum kırılmıştı ve bu sırrı yıllarca içimde sakladım. O gün İstiklal ilkokulundaki son günüm idi.Hastalandım ve bir daha okula gitmedim.  Daha sonra Manisa ya tayinimiz çıktı, Refiye Kınacı isminde anne gibi sevdiğim bir öğretmen bana okulu tekrar sevdirdi. Daha henüz 6 yaşında idim.
Yıllar geçip,gençlik yıllarına ulaştığımda,çocukluğumdan bana miras kalan “DOSTLUĞUN ve SADAKATIN GÜZELLİĞİ idi. Zalimin verdiği acıyı,dostun bir tatlı sözü yok ediyordu.Yıllar içinde Semih Okçular ın izini kaybettim. Ama Akil Balıkesire yerleşmiş eczacılık yapıyordu. Bir İzmir tatil dönüşü ona uğradım. Buluşmaya söz verdik ama bir türlü bu isteğimiz sözden ileri gitmedi. Akil ‘in gülen yüzü, Semih ‘in mağrur göz yaşları hala hafızamda.

Hastanede yattığım süre zarfında, yanıma gelen dostlarımın güzel sözleri, Cerrahın bıçağından dahi daha güçlü tedavi etti beni.”SEVGİ ve DOSTLUK” yaşamın en güçlü iksiri.

İyi ki varsınız dostlarım. Hayat sizin le daha güzel.

Dr.Erdem CANKAYA    Ataköy 04 Şubat 2011 saat 18.36

23 Ocak 2011 Pazar

Yağmadan önce

HALKALI ZİRAAT OKULU

1977 – 1979 Yıllarında  o zaman belde belediyesi olan,Halkalı Belediyesinde Sağlık İşleri Müdürü olarak görev yaparken,Halkalı  Ziraat okulunda eğitim devam ediyordu. O zamanlar 3-4 bin nüfuslu bir köy olan Halkalıda, Ziraat okulu ayni zamanda bölge halkı için bir istihdam odağı idi.
Bir çok aile bu okul sayesinde iş sahibi idi. Yetiştirilen  besi ve yumurta tavukları çok ucuza köylülere verilir ;Kümes hayvancılığı teşvik edilirdi. Ayrıca yoğun yumurta üretimi vardı ki,bu yumurtalar piyasa fiyatının  yarısına  satılırdı ve çevreden özel otomobilleri ile gelen ler kolilerle yumurta,süt,tavuk ve süt ürünlerini satın alırlardı. Ayrıca  okulda yetiştirilen çeşitli meyva ağaçlarının ürünleride halka çok ucuza verilirdi.
 1980 12 eylül  rejimi ve sonraki sivil rejimler  ,yağma kültürünün gelişmesi ile Rantiye tarafından Halkalı ve Çevresinin acıklı yağmalanmasını üzülerek izledik. Emekçilerin yoğun yerleşim yeri olan,Küçükçekmece ilçesi,bir süre sonra el değiştirerek,rantiyenin elinde çarpık kentleşmenin en kötü modellerinden birini oluşturdu.

Bu gün Küçük Çekmece kaçak yapılaşma sonucu,deprem için en riskli alanlardan biridir. Olabilecek 7 şiddetinin üzerindeki bir Marmara depremi,bölge halkının çoğunun büyük acılar çekebileceği istenmeyen bir tehlikedir.

Ziraat okulu ve geniş arazisi ,bu gün kentin akciğeri görevini görmektedir. Gelecek yıllar içinde halkın lehine yapılabilinecek bir kentsel dönüşüm uygulanıncaya kadar,istenmiyen bir deprem olayında ,afetzadeler için en uygun konum,bu bakir araziler olacaktır.

Eğer bölge halkı olarak ,oluşan platformda birlik olarak,bu arazilere sahip çıkamazsak, toplu konut tacirlerinin elinde bu arazi, rantiyenin iştahla yediği bir konuma gelecektir.

Sevgili dostlar hep beraber bu milli servetimize sahip çıkmak,vatan görevimizdir.
 37 yıldır bir Halk Hekimi  olarak bölgeye vermeye çalıştığım hizmetlerimin manevi karşılığı olarak,bu birlik ve beraberliği göstermenizi sizlerden ,sizin için istiyorum.
 Sevgi ve mutluluk içinde hoşça kalın.

Dr.Erdem Cankaya

22 Ocak 2011 Cumartesi

Fransadan Bir Türk 'ün yorumu


10 yıldır Fransada Seramik sanatçısı olarak yaşamını sürdüren,ortanca kızım Canan Cankaya 'nın bana gönderdiği bir yazısını,DOSTLARIM ile paylaşmak istedim

Dr.Erdem Cankaya

"UMUT

Geçen hafta, Fransa’da uluslararası ölçekete yapılan bir anketin sonuçları açıklandı : Umut Anketi. Ve Fransa bu ankete göre en arka sıralarda.
Yüzyllardır kültürü, devrimleri, sosyal haklarıyla diğer ülkelere ilham veren fransız halkı bir süredir mutsuz. Elbette ekonomik kriz bu duruma etken, artan işsizlik fakirlik vs de… Ama asıl onları umutsuz hissettiren temel olgu ; ülkede yaşanan haksızlılarda halkın yanında yer alan ve güvenilen bir liderin olmaması.
Fransız Sosyalist Partisi, Sarkozy’nin seçimleri kazandığı 2007 yılından beri krizde. Önümüzdeki temmuz ayında, sosyalist parti, 2012 devlet başkanlığı seçimlerinde göstereceği adayı seçecek ve yaşadığı kriz toplumda uyandırdığı güveni çok altlara çekti.
Tahmin edilebileceği gibi, Fransa’da da fedakarlık hep orta sınıftan beklenirken, zenginler haksız vergi indirimlerinden faydalanıyorlar. Emeklilik yaşının yükseltilmesi başta olmak üzere, sosyal hakların geri alınma talepleri halkın şiddetli tepkisine rağmen devam ediyor. Bu sinir bozucu gelişmelerin ortasında geçtiğimiz günlerde Sosyalist Parti’nin bir başkan adayı çıkıp, günün modasına uyarak çalışma saatlerinin arttırılmasını gündeme taşıdı.
Fransız Sosyalist Partisi’nin çalkantıları ve özelllikle bu son gelişme bana kara çarşaflılara rozet takan CHP’lileri hatırlatmadı değil. Ancak neyse ki CHP’nin artık güven uyandıran genel başkanı var, var olmasına da Türkiye’de umut var mı, kaldı mı ?
Benim Fransa’da yaşayan bir Türk olarak gözlemlediğim, ülkede daha çok yılgınlığın olduğu. Çünkü halkın karşısında birbiri ardına çıkagelen bir dolu devasa sorun var : yolsuzluk, irtica, cehalet, sefalet, savaş, ihanet.... Ve halk bunlarla nasıl savaşacağını bilmiyor. Ve diyelim ki bu savaştan bir şekil galip çıkma umuduna erişti, AKP’yi mağlup etti, onu nasıl bir geleceğin beklediğini hiç bilmiyor.
Türkiye’nin gerçekleştirmeyi umut ettiği ideale ihtiyacı var. Birçokları buna çağdaşlık diyip işin içinden çıkıyorlar. Eğer öyleyse CHP’nin « çağdaşlıktan » anladığı nedir ? Bu çağdaşlığa ulaşıldığında Türk halkı elindeki gücü hangi uğurda harcıyacaktır ? Fransa dahil, kapitalist ve « çağdaş » toplumlarda yaşanan umutsuzluk, ekonomik ve sosyal kriz CHP’nin dünya görüşünü nasıl etkilemiştir, etkilemiş midir ? Kanımca CHP’nin bu sorulara cevap vermesi gerekiyor. Bize sunabileceği geleceği hayal etmemiz için, daha çok veriye ihtiyacımız var.
Ben Türkiye’nin Avrupa ülkelerinden en önemli farkının değişime çok açık olan genç nüfusu olduğunu düşünüyorum. Ve bu gençliğin de, diğer herkesten çok uğruna savaşacağı bir umuda ve gerçekleştireceği bir ideale ihtiyacı var. Dil, din, mezhep farklılıklarıyla bölünen ülkemizde CHP’nin anlaması gereken bayrak, laiklik, çağdaşlık gibi kavramların, halkı bir arada tutmak bir yana artık gençleri politize etmeye dahi muktedir olmadığıdır. Oysa gençlik politize olmazsa gelecek için umudumuz olamaz.
Birçok ülkede yaşandığı gibi, Türkiye’de de, gençler politikadan soğumuştur. Siyasetteki gençlerse geçerliliği tartışılır, eski nesillerin köhne politikalarını taklit etmektedirler. Eğer CHP, gençlerin öncülüğünü yaptığı değişimi kendi bünyesinde taşımak istiyorsa, bu gençlere sunacağı umudu, bir ideali olmalıdır. Oysa ki, içindeki enerjilerini kanalize edecek alan bulamayan, tıkanan gençleri bir çatı altına birleştiren, ırk, din, dil farkı gözetmeyen ortak bir dünya görüşü mevcuttur ; ekolojistlerin dünya görüşü.
Ve bu dünya görüşü kesinlikle, sosyal demokrat bir dünya görüşüne koşut değildir. Aksine, uzun vadeli kalkınma planları öngörür, alternatif üretim teknikleriyle yeni iş gücü alanları açar. Hepsinden önemlisi, insanların ortak değerlerini ön plana çıkarır, bu da en temel olarak yaşadığımız topraklara olan sevgimizdir.
Denilebilir ki programında ekolojik bir bakış açısını ele alan ve bunun altını çizen bir parti olsa olsa « Yeşiller Partisi » olur. Ancak Türkiye gerçeği göz önüne alındığında, eğer bir kitle partisi çevre sorunlarını, doğal yaşamı ciddiyetle ele almazsa gerçekleşebilecek sakıncalar laikliğin elden gidişi veya ülkenin bölünmesinden de daha acı verici olacaktır.
Denilebilir ki, CHP zaten çevre sorunlarına duyarlı. Eğer öyleyse bu duyarlılığını bir çevre politikası haline getirmeli ve daha yüksek sesle dile getirmelidir ki, gençlerimiz, duyarlı ama apolitik olanlarımız, hali hazırda sivil toplum örgütlerinde veya derneklerde çalışan ama CHP’ye burun kıvıranlarımız ve daha birçokları CHP çatısı altında çalışma arzusu duysunlar.
Çünkü bir çoğumuzun ekolojist bir dünya görüşü olmasa da, doğaya karşı duyduğumuz duyarlılık, ulus devletin bütünleştirici etkisinden çok daha güçlü, çok daha öz ve çok daha samimi.
Umarım, CHP hizmet etmeyi arzuladığı insanların özlemlerini duyar, bünyesinde onlara yer açar. "

Canan Cankaya
Céramiste/Potière

Place Alphonse Corre
03250 Châtel-Montagne / FRANCE

6 Ocak 2011 Perşembe

Allah akıl fikir versin

6 DAKİKALIK ADALET VE 3 DAKİKALIK MUAYENE

Kendini kandıran toplum olarak, herhalde dünya toplumları arasında ilk 10 içine gireriz. Ama çözüm bulalım demeye geldiğin de,işin içine menfaatler,demokrasi ile 5 kuruşluk alakası olmayan siyasi kararlar girince de BAS BAS feryat ediyoruz.

Bu gün Yargıtay’da 11 ceza dairesi, 21 de hukuk dairesi bulunuyor. Toplam 250 üyesi bulunan Yargıtay’da ceza dairelerinde 84 üye görev yapıyor. Yani bir ceza dairesinde ortalama 7 veya 8 üye bulunuyor. Ancak daireler temyiz incelemelerini 5’er kişilik heyetlerle yapıyor. Karara bağlanan dosya sayısı bazı yıllar azalıp bazı yıllar artsa da, ceza daireleri yılda 200 bin civarında dosyayı karara bağlıyor. Batı ile kıyasladığımız zaman şöyle bir örnek verebiliriz. Fransa nın başkenti Paris de 10.000 savcı ve hakim görev yaparken, bu rakam bütün Türkiyedeki yargı mensubuna denk. Hakim başına düşen dosya sayısı senelik yaklaşık 1500  dosya civarında. Çalışma günlerine bölündüğünde günde 70 dosyadan fazla bir yükleri var. Hele hele bu yük Yargıtay da çok daha fazla.

Geçen yıl hafta sonu, resmi tatiller ve Adli Tatil çıktığında bir ceza dairesinin çalışma günü 218 oldu. Buna göre, 11 daire olarak çalışan ceza daireleri günde 947 ceza dosyasını karara bağladı. 8 saatlik mesai düşünüldüğünde Yargıtay’da her 30 saniyede bir dosyanın temyiz incelemesi ile ilgili karar çıkıyor. Her bir ceza dairesi günde ortalama 86 dosyayı karara bağlıyor. Yani 8 saatlik mesaide bir saatte yaklaşık 10 dosya görüşülüyor. Bu da her bir dosyaya sadece 6 dakika ayrılabildiğini gösteriyor. 2010 yılında dosya yükünün en fazla olduğu 10. Ceza Dairesi’nde 26 bin 730 dosya karara bağlandı. Buna göre 10. Ceza Dairesi, günde 122 dosyayı, yani saatte 15 dosyayı karara bağladı. Bu istatistik dairenin her bir dosyayı görüşme süresinin ortalama 4 dakikayı zor bulduğunu gösteriyor.

Sağlık sistemimiz deki felaket ise daha korkunç boyutta. Hastanelerimizin  acil  polikliniklerinde ki yük nedeni ile hastaya ayrılan süre 3 ila 5 dakika arasında. Birinci  basamak  hekimlik ,sevk zincirinde ki işlevini düzgün göremediği için,ne birinci basamakta nede 2 ci basamakta (uzmanlık) hastanın tedavi şansı Allaha kalmış vaziyette. Eskiden muayenehaneler varken,gayr-ı adil de olsa parası olan daha düzgün sağlık hizmeti alabiliyordu. Ya şimdi ?

1960 Anayasasındaki Sosyal Devlet ilkesi doğrultusunda ,eşit olan yurttaşlara eşit  sağlık hizmeti verme çabası ile,ülke geneline sağlık hizmetini yaymak için çalışmalar yapıldı. Rahmetli Prof.Dr. Nusret Fişek hocanın katkılarının çok olduğu sistemde, sosyalizasyon uygulamaları,sağlık ocaklarının yaygınlaştırılması ne yazık ki siyasi partilerin konuyu sulandırması ile  dejenere edildi.

Büyük Ümitlerle  beklenen “AİLE  HEKİMLİĞİ”  uygulaması ,Sağlık sisteminin özelleştirilmesi ve  Sağlık sisteminde Tekelleşmeye gitmenin birinci basamak eylemi görüntüsünde. Çıkartılan tüzükler hekimi sağlık emekçisi kapsamından alıp,” SAĞLIK KÖLESİ” haline getirildi. Hekim emeğini en kolay nasıl ucuza kapatırız zihniyeti içinde çıkartılan tüzükler,bir süre sonra ülkemizi “DEPRESYONLU HEKİMLER ÜLKESİ “ haline getirecek. Bürokratik evraklar, lüzumsuz istatistiklerAdli Tabiplik,Defin ruhsatları gibi,görevi dışındaki görevlendirmelerle, 8 saatlik mesailerinin 2 saati de meşgul edildiğinde , kalan 6 saatlerinde,nefes almadan 70 hasta baktıkları göz önünde tutulursa,yaptıkları muayenelerin ne kadar sağlıklı olabileceğini varın siz düşünün. Ortalama bir aile hekimi ayda 1.000  hastadan fazlasına bakıyor. Maaşları sabit. Cari giderleri ve vergileri düşürüldükten sonra ellerine kalan net para 4000- 4500 lira civarında. Ayrıca bu gelir emekli ücretlerine de yansıtılmayacak. Emekli olduklarında 1400 tl emekli ücreti alacaklar.

Bu gün es kaza  sanık olarak mahkemeye düşmüş bir vatandaş,5-6 dakikalık hakim sorgulaması için aylarca tutuklu olarak hapiste kalabiliyor. Suçlu olduğu hükmünü yemeden uzayan davalar sonucu  yıllarca hapis yatabiliyor. Öyle acayip bir hukuk sistemi varki,  onlarca insanın katili olduğu kesinleşmiş   CANİLER ; yargının gecikmesinden dolayı tahliye olunup elini kolunu sallıyarak gezebilirken , bazen masum insanlar ,yine yargının tıkanıklığından ,yıllarca boş yere hapis yatabiliyor.

Hele fikir suçlularına yapılan insanlık ayıbını izah edebilmenin hiç imkanı yok. Siyasi ergi elinde tutan yürütme ,yasama ve yargıyı da etkisi altına alınca ,kendisine  muhalif olanları hapishanelere doldurup,yaşamlarını gasp edebiliyor. Hükümeti devirme iddeası ile suçlanan silahlı güç mensupları serbest iken ,onları fikren desteklediği iddea edilen gazeteciler beklide hüküm giymeden 10 yıl hapiste yatabilecek.

Sağlıkları 3 dakikalık muayeneye, hukukları 6 dakikalık yargıya teslim edilen  halkımıza  Allah  sabır versin demeden önce, Allahtan  benim yüce halkıma  “AKIL” ihsan etmesini diliyorum.

Daha başka ne dileyebilirim ki ?

Dr .Erdem Cankaya